Hidayet; -Sahâbîden örnekle bir kavram okuması
Günümüzün tüm iğfal ve zehabı
arasında doğru, iyi ve güzeli bulmamız biraz daha zorlaşmış durumda.
Eskilerin/Kudemanın, bulmanın/ulaşmanın mümkün olmadığı ve azlığından dert yakındıkları
hususlar bizler için artık hem an mesabesinde hem de yeterince bol bir
konumdadır. Vakıa böyle olunca insan başta ister nicel ister nitel hemen olumlu
düşünüyor; bilgi ve dolayısıyla ilginin müspet manada arttığını düşünüyor.
Lakin gerçek neredeyse bunun tam tersi. Doğru, iyi ve güzele erişmek artık
samanlıkta iğne aramak gibi. Eskilerin ulaşım ve azlığından şikayetçi oldukları
şeyler şu an kaybolmuş durumda. Elbette bilgi ve edinilmesi bambaşka bir
yazının konusu fakat burada biz hafızamıza değil idrakimize konu olması adına
bir olayı başka bir kavram üzerinden hatırlatmak istiyoruz. Zaman-mekân olarak
asr-ı saadetin ilk yıllarında Mekke’yi, kavram olarak ise “hidayet” üzerinde duracağız.
Hz. Fâtıma Ebû Cehil ile Ebû Süfyân ve Andelib-i zi-şan Efendimiz Hz.
Muhammed’in (s) yaşadığı bir olayı sunacağız.
İslam düşünce geleneğinde “hidayet”
kavramının özel bir yeri vardır. Allah’ın isimlerine (Hâdî) taalluku ile
tanıdığımız bu kavram insanın iman, amel ve güzel olması adına olgunlaşmasının
kılavuzu hükmündedir. O isim ile insan alakadar olacak, kendinde gerekli
hareketlenmeyi gerçekleştirecek akabinde yine o isim ile ahlaklanmayı sağlayabilecektir.
Fakat söz konusu kavram ve kendi içerisinde yüklenmiş olduğu hakikat
tahminimizin pek üstünde bir manaya sahiptir. İşte bizlerde bu yazımızda söz
konusu olay ve kavramı bu perspektiften bir vesika ile incelemeye gayret
edeceğiz.
Açık davetin ilk yıllarıydı. Peygamberimize,
Müslümanlara ve aile eşrafına müşrikler tarafından onulmadık hakaret ve
işkenceler reva görülüyordu. Bu hakaret ve işkence furyasından Nebi-i zi-şan
Efendimizin kızı Hz. Fâtıma da nasibi almıştı. Bir gün istemeyerek de olsa
Kâbe’nin avlusundan Ebû Cehil’in olduğu yerden geçmek zorunda kaldı. Sessiz
fakat vakarlı adımlarla ilerleyen o küçük “aba ehli” tedirgindi. Onu fark eden
cehaletin babası peşine takıldı ve omuzdan çekerek hakaret etmeye başladı.
Sonunda bir hışımla Efendimizin biricik kızına bir tokat attı. Tüm bu olumsuzluklar
karşısında dik duruşunu ve sabrını korumaya çalışan henüz on beş yaşlarında
bulunan Hz. Fâtıma ağlamamaya çalışan bir halde oradan uzaklaşırken dönemin
başka büyük ismi Ebû Süfyân’a rastladı. Küçük kızın yüzündeki kızarıklığı gören
Ebû Süfyân neler olduğu sordu. Hz. Fâtıma ise başından geçenleri bir bir
anlattı ona. Bu duruma kızan Ebû Süfyân Hz. Fâtıma’yı da yanına alarak doğrudan
Ebû Cehil’in yanına gitti. Ebû Cehil’i bu yaptığı çirkin davranıştan dolayı
azarlayan Ebu Süfyân Hz. Fâtıma’ya cehaletin babasına bir tokat aşk etmesini
istedi. Olanca vakar haliyle o küçük kız Ebû Cehil’e bir tokat attı ve evine
döndü. Olanları Efendiler Efendisi babasına anlattıktan sonra Hz. Peygamber
biraz hüzünlendi ve sonra şöyle bir dua buyurdu: “Allah’ım Ebû Süfyân’ın bu
iyiliğini karşılıksız bırakma!”
Yıllar geçecekti. Taif üzerine
Peygamberimizle aynı safta düşmana doğru cesurca ilerlerken Ebû Süfyân’ın
gözüne ok saplanacaktı. Akan gözünü avcuna aldığında “şehit olan göz” diyerek
onu etrafındakilere büyük bir neşe ile gösterecekti.
Allah bizleri hakkı hak bilip ona
göre yaşayan kullarından eylesin. Amin!
Çok güzel..
YanıtlaSilTeşekkür ederim.
Sil