Olmak ve Kalmak Bağlamında İnsanın Kendilik Sorgusu; Muhakeme

 

    İnsan-olmak ve insan-kalmak o denli büyük bir vazifedir ki acaba kaç kişi bu güç görevi yerine getirebiliyor? Cahil ve zalim olarak emaneti yüklenmiş beşer acaba olmak ve kalmak arasında insanlık serüveni üzerine hiç düşünmez mi? Hiç muhakeme etmez mi? İnsan-olmanın kaydı neyi doğuracaktır ki o şeyle taltif ya da tecziye ile muhatap olacak, insan-kalmanın nasıl bir önemi var ki ona binaen esfel ve eşref arasında bir mertebeye konu kılınacaktır? İnsan nasıl bir duyuş ve idrak ile olmak ve kalmak fıkhına erebilecektir? Ezcümle insan-olmak ve insan-kalmak hangi eylem ile “ölçüde” tutulacaktır? İşte önceki yazılarımızda Vicdan ve Tevbe üzerinden sürdürdüğümüz insanın anlam sorgusuna bu defa, insanın bizatihi, “çekileceği hesabı” üzerinden bir kovuşturmayla devam edeceğiz. İnsanı, yaptıkları ile eninde sonunda -o unuttuğu- hesaba çekileceği mahkemeye taşımak istiyoruz. Bu vesile ile kadim bir anlatı üzerinden insanı konumlandırıp ardından konuya mutabık “muhakeme” kavramını inceleyerek yazımızı sürdüreceğiz.

    Bir vakit insanlar haddi, hesabı umursamaz olmuşlardı. Geçmiş ve gelecekleri yokmuş gibi harcıyor ve neleri var neleri yoksa tüketiyorlardı. Tüketimleri o boyutları geçmişti ki artık hiçbir şey o insanlara (!) zevk vermemeye başlamıştı. Akıl nimeti ve vahiy mucizesi ile teçhiz olmalarına ve düşünmeye biteviye teşvik edilmelerine karşın hiç oralı olmamışlardı. Sanki yarınları yokmuş gibi daima ellerindeki nimetleri harcanmışlardı. Uyaranlar olmuşsa da onlara hiç kulak asmamışlardı. Hatta fesat/bozulma o denli büyümüştü ki hakikati hak bilip ona göre yaşamak isteyen ve hatırlatmaya çabalayan insanları umulmadık eza cefaya maruz bırakmışlardı. Kuyulara atmışlardı o insanları. Tarih bir kez daha tekerrür ediyordu kendi yörüngesinde dönen dünya üzerinde. Geçmişten ders almayan beşer bir kez daha Tanrı rolüne bürünmüş ve tüm sınırları yıkmıştı. Hak bile-isteye batıl ile değiştirilmiş, dünya düşük bir ücret ile ahirete tercih edilmişti. Saatler günleri, aylar yılları takip ediyordu. Derken Rahman ve Rakīb ismi sırrınca asla ihmal-etmeyen bilakis imhal-eden yüce yaratıcı tüm gazabıyla o beldeye bir musibet vermişti. Geçim kaynakları yerle yeksan olmuştu. Suları kesilmiş buğdaylarında başak kalmamıştı. Kökten uca kadar dolu dolu aldıkları buğday başakları artık hiç yoktu. Bu esnada yeryüzünden bir feryat yükselmişti. Tüm hayvanlar toplanmış “Ey alemlerin Rabbi, bari bize acı!” diyerek yalvarıyorlardı. “Cahil ve zalim beşer yüzünden bizi rızıksız bırakma!” diyorlardı. Mazlum ve masumların Rabbi bu feryadı duymuş ve eskiden kökten uca kadar olan buğdayların başaklarını o günden sonra ucunda bir karış olacak şekilde buyurmuş, onun da hayvanların hakkı olduğunu bildirmişti. O zamandan bu yana insanlar o son başak kısmında kendi hakları haricinde hayvanların rızkından da sorguya muhatap olmuşlardı. Kendi ihtiyaçları kadar onların haklarına da dikkat etmeleri istenmişti.

    Vakıa böyle sürüp gitti mi derseniz maalesef cevap olumsuz olacaktır. İnsan adına yakışanı yapmış yine insanı nana muhtaç etmişti. Fakat bu defa hayvanlar da susmuştu. Zaman belki değişmişti fakat zemin aynıydı. Yer ve gök ile mükevvenat bu sefer yalnızca izliyordu. İşin korkunç tarafı da buydu. Artık söz sükûta ermiş, kalem kurumuştu.

    Varlığını, O’nun (c.c) varlığı ile ancak anlamlandırabilecek olan insan, tüm mevcudatın her enstrümanının belki binler nefha ıslıkla haykırmaya gayret ettikleri o ilahi musikiyi duyma hususunda olduğunca ağırdan almaktadır. Hüda’dan bir sezi olarak ittihaz edebileceğimiz ve tarih boyunca beşerin insan vasfına yükselmesi için yegâne basamak olarak addedilen vicdan, varlık ilkesinin en mutena ve müstesna cihazıdır. Tevbe ise insan olarak kalmanın; hayat serencamı içerisinde her türlü musibetin rağmına lahuti alemlerin ıtriyatına geri dönmenin, ceberut ufuklarından külfet ile geçerek melekut tepelerinden manzarayı temaşa etmenin adı oluştur. Vicdan, insan-olmanın terennümü iken; Tevbe, insan-kalmanın formülüdür. Bu mülahazalar elbette pek çok kıymeti haiz ve birçok konuda insana yol göstermekte fakat yine de bazı noktalar açıkta kalmaktadır. Vicdan ve Tevbe bu doğrultuda hangi eylem ile ölçüde tutulacaktır? Bu soru her iki kutlu eylemi/tutumu ölçüde tutmak ya da bir mana da hatıra getirmek için kıymetlidir. Nitekim vicdan ve Tevbe hiçbir zaman silinmemiş/yok-olmamıştır. Bilakis insanlar onu terk etmişlerdir. Nihayetinde bu tavırları ile ellerindeki bütün nimetleri anlamsızlaştırmış ve kaybetmişlerdir. Zira insan anlamı yitirdiğinde hayat onun için kaybedilmiş ve artık yok hükmündedir.

    Evet, esfel ve eşref arasında beşeriyetten sıyrılıp insaniyet vasfına terfi etmenin kaydı olarak ittihaz ettiğimiz ve o şık kıvamı ancak ve ancak bu şekilde ikame edebileceğimiz yol, hayat sergüzeştinde insanın kendi kendisini “muhakeme” etmesiyle sırlanmıştır. Din gününün o müthiş sorgusundan evvel kişioğlu oturup şapkasını önüne koyarak düşünmelidir. Hikmet ve hüküm kelimeleri ile aynı kökten gelen muhakeme kavramı da insanın kendi adına yargılama yapmasına ad olmuştur. Yaptıkları ve söyledikleri ile kendi sınırlarını düşünerek nerede olduğunu fark etmesi bir manada “nerede duruyorsa orayı idrak etmesi” demektir. Zira öteleri kendisine mefkûre edinmiş ve tüm hayatını had ve haramlarla konuşlandırmış insan sade böyle bir amel ile kendine gelecektir. Din gününün veya daha vazıh bir ifade ile mahkeme gününün dehşetengiz durumundan önce insan, kendi mahkemesini kurup belki her gece kendi-özünü sorguya çekmelidir. Nitekim günde kırk kez okumakta olduğumuz Fâtiha suresi bu ifadeyi en müşahhas tarzı ile anlatmaktadır. Bütün bu tetebbuâttan sonra toplama sadedinde şunları söylemek mümkün olacaktır. Beşer için insan-olmak ve insan-kalmak ne ile ölçülecektir diye sorsak yani beşer nasıl insan vasfını yüklenecek dersek muhakeme burada devreye girmektedir. Haddini bilmek mahza insanın kendi hikmetini düşünmesi ile gerçekleşecektir. Halife olarak dünyaya gönderilmesinin ardında yatan esrarı, tekrar döneceği o ufka doğru kulaç kulaç ilerlerken kendisini tartması üzerinden okumalıyız. Tartacak ve kendisini ukba buutlu bir kalbur üstünde eleyecektir. O elek üzerinde kalan her tavır ve davranışını Tevbe ile düzeltecek ve tekrar kıvam ölçüsüne dönecektir. Çalap’ın (c.c) hikmeti gereği dünyaya halife olarak gönderdiği ve emanet ile taçlandırdığı o beşer böyle bir amel ile insan olacak ve insan kalabilecektir. Üstte vermiş olduğumuz hikâye bu manası ile mühimdir. Çünkü insanın kendisinden beklenen kendisini sorgulamasıdır. Söz henüz sükûta ermeden kendisini tartmasıdır. Zira vakıa böyle olmazsa şayet onu bırakın diğer insanlar hayvanlar bile kurtaramayacaktır. Sadece kendi zevk, heva ve hevesi için gönderildiğini zanneden, herhangi bir anlam taşımayan ve gütmeyen, insan vasfına sahip olamayacaktır. Durum böyle olunca o beşere, insan denemeyeceği gibi ne Muhsin ne Mümin ne de Müslüman denebilecektir.

    Hüda bizleri, mevcudiyetini vicdan ile teçhiz ederek insan olmaya, Tevbe ile affına sığınmamıza müsaade ederek insan kalmaya ve bu iki eylemi yapabilmemiz adına gerekli tazyik gücünü verecek muhakemeye erişmemizi nasip etsin. Âmin!

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Tövbe; İnsan Olabilmekte Anahtar Kavram

Hakka kötürüm olmak I

"Bir Vicdan Muhasebesi"