Okuma; Prof. Dr. Süleyman Akkuş Makaleleri II
Süleyman Akkuş tarafında Norman Calder’a ait “Berahime: Literal Yapı ve Tarihsel Gerçeklik,” başlığı ile 2003 yılında Marife: Dini Araştırmalar Dergisinin üçüncü cildinin ilk sayınında tercüme edilerek yayınlanan makalenin tanıtım ve değerlendirmesini yapacağız.
Norman
Calder’ın “Berâhime: Literal Yapı ve Tarihsel Gerçeklik” başlıklı makalesi,
İslam kelâmı ve heresiyografik (Mezhep-bilim) literatürde sıklıkla karşılaşılan
“Berâhime” teriminin kökeni, anlamı ve tarihsel gerçekliği üzerine eleştirel
bir inceleme sunar. Makale, Batılı ve Müslüman akademisyenlerin Berâhime’yi ya
Hint Brahmanlarıyla özdeşleştirme ya da onları tamamen yerel bir
İslami/Yahudi-Hristiyan mezhep olarak görme eğilimlerini sorgular. Calder, bu
ikili yaklaşımın altında yatan metodolojik problemleri ortaya koyar ve tarihsel
metinlerin nasıl “kurgusal” veya “romanvari” bir nitelik kazanabildiğine dikkat
çeker.
Calder, makalesine John
Wansbrough’un tarih yazımına getirdiği eleştirilerle başlar. Wansbrough’a göre
tarihçiler, gerçekleri aktardıklarını düşünerek aslında bir tür kurgusal anlatı
inşa ederler. Bu itibarla Calder’ın yaklaşımı hermenötiktir; yani tarihsel
metinlerin kendi bağlamında nasıl anlam kazandığını ve sonraki literatürde
nasıl yeniden yorumlandığını çözümlemeye çalışır. Başka bir ifade ile Calder, John
Wansbrough’un tarih anlayışı önemli bir metodolojik dayanak noktası olarak
alır. Kabul ettiği bu perspektifi Berâhime özelinde de test eder. Tarihi bir
gerçekliği var mı yoksa kurmaca/romanvâri bir inşa mı olduğu üzerinden
sürdürdüğü Berâhime sorgulaması, makale boyunca gerilimini hep korur. Bu
metodolojiye dayanarak onun, Berâhime anlatılarının aslında teolojik
tartışmaların ürünü olabileceğini ileri sürdüğü görülebilir.
Batılı araştırmacılar (Paul
Kraus, Josef Van Ess, Shlomo Pines, Sarah Stroumsa vb.) bu grubun Hint
Brahmanları olup olmadığı konusunda derin bir tartışmaya girmişlerdir. Kraus,
Berâhime’ye atfedilen özelliklerin Brahmanlarla uyuşmadığını, dolayısıyla bunun
İbnü’r-Ravendî gibi heretik bir yazarın kurgusu olabileceğini öne sürer. Van
Ess ise bu fikirlerin asıl kaynağının Ebû Îsâ el-Verrâk olduğunu ve onun İraniyan
bir tavırla Arap karşıtı ve “kutsal kan/soy” eleştirisi yaptığını savunur.
Stroumsa, Budizm ile olan bağlantıları işaret ederek Berâhime’nin Hint kökenli
olabileceğini, ancak İslâmi polemik bağlamında dönüştürüldüğünü iddia eder.
Pines ise Âdem vurgusunun Hinduizm’deki Manu figürüyle benzerliğine dikkat
çeker.
Calder, tüm bu yaklaşımların
ortak noktasının “gerçeklik arayışı” olduğunu, ancak metinlerin polemik ve
teolojik kaygılarla şekillendiğini vurgular. Özellikle Bâkıllânî, Pezdevî,
Şehristânî gibi kelâmcıların Berâhime’yi kendi doktriner savunularında bir araç
olarak kullandıklarını gösterir. Ona göre Berâhime, tarihsel bir gerçeklikten
ziyade, İslami-Yahudi-Hristiyan teolojik geleneği içinde şekillenmiş bir
“motifler dizisi”dir. Calder, iki farklı Berâhime tanımının olduğunu öne sürer:
biri İbrahimî geleneğe dayanan yerel bir mezhep, diğeri ise sonradan Hint
Brahmanlarıyla özdeşleştirilen bir kurgu. Bu ikili yapı, özellikle geç dönem
yazarlarında (İbn Hazm, Cüveynî, Şehristânî, İbnü’l-Cevzî) belirgindir. Örneğin
İbn Hazm, Berâhime’yi Hint kast sistemine uygun tanımlarken, Cüveynî onları
teolojik bir muhalif grup olarak ele alır.
Berâhime’nin en belirgin özelliği, peygamberliği reddetmeleridir. Onlara göre insan aklı hakikate ulaşmak için yeterlidir; dolayısıyla peygamberlere gerek yoktur. Bu tavır, İslam kelâmcılarının peygamberliğin zorunluluğunu ispatlama çabalarında önemli bir karşıt figür işlevi görmüştür. Örneğin Bakıllânî, Berâhime’nin bu görüşlerini ele alarak peygamberliğin aklen zorunlu olduğunu savunmuştur. Benzer şekilde Saadya Gaon da Berâhime’ye atfedilen neshi reddeden tutum üzerinden kendi argümanlarını geliştirmiştir.
Makalenin en önemli katkısı,
tarihsel ve edebî metinler arasındaki ilişkiyi sorgulamasıdır. Dini literatürde
geçen herhangi bir topluluk/cemaat/hizb/mezhep tarihsel bir gerçekliğe sahip
olmayabilir. Bilakis bazen bu tarz mezhepler kelâm tartışmalarında fonsiyonel
birtakım özellikleri açısından üretildikleri düşünülmüştür. Calder de
Berâhime’nin hem bir tarihsel referans hem de bir kelâmî kurgu olabileceğini
kabul eder. Ona göre akademik çaba, bu ikisini ayırt etmek ve metinlerin nasıl
“tarih yazdığını” anlamak olmalıdır. Makale hem konunun tarih ve edebi ayrımı
açısından hem metodoloji açısından hem de kelâma katkısı ile kıymetli bir yer
edinmiştir. Ancak kimi yerler de yoğun kavramsal tartışmalara girilmesi, metnin
takip edilmesini güçleştirmiştir.
Sonuç olarak, Calder’ın makalesi,
İslâm düşünce tarihindeki kavramların ve grupların nasıl inşa edildiğine dair
metodolojik bir uyarı niteliği taşır. Berâhime örneği, kelâm literatüründe
ötekinin nasıl inşa edildiğini ve polemiksel tartışmaların nasıl sistematik bir
teolojik araç haline geldiğini göstermektedir. Makale hem İslam kelâmı
araştırmaları hem de dinler tarihi açısından değerli bir katkı sunmakta; ayrıca
metodolojik olarak da metinlerin tarihsel bağlamlarının ötesinde işlevsel
analizlere açık olduğunu hatırlatmaktadır. Bu zaviyeden makale, tarihsel
gerçeklik ile metinsel temsil arasındaki gerilimi anlamak için ideal bir “çalışma
dosyası” sunar.

Yorumlar
Yorum Gönder