Hakka kötürüm olmak I

 

İnsan, ya melekten yukarı ya da hayvandan aşağı…

    Yalnız bu dünya da değil ukbaya doğru da kanat çırpmaya vazifedar kılınmış insan, anlam bulduğu her mahfilde arkasından gelenler için nazar edilecek bir manzara bırakmanın ve kendi çizeceği rotasının mütemmim noktası olmanın çok ötesinde, İslam, iman ve ihsan kavşaklarından salahiyetle geçerek O’nun (C.C) birer leal hükmünde olan Esma-i Hüsna’sından Hüda ismi esrarına müteallik olarak seraba ve zehaba kapılmadan yol ayrılıklarını tüm bir emniyetle geçmenin ve çatallanmadan, inhiraf sapaklarına ayrılmadan istikamet üzere ilerleyişini sürdürmenin, kendisi ile hedeflenen anlamı bulmanın yüzler belki binler mütenevvi’ cüzleri ile sergüzeştini tamamlamanın külfetini omuzlamıştır. Ruh ve bedenin mutabaat içinde misakını verişini kendi zamanının başını çeken rahm-ı mader’den sonuna karşılık gelen ölüm ile tahdit edilmiş hayatı arasında bulan insan bu ahdini yaşamı süresince yalnız bakan değil gören gözü, işiten değil duyan kulağı ve konuşan değil de hakikati söyleyebilen dili ile mütenevvir kılabilecektir. İşbu efruhte (nurlu) kılınabilmiş ruhefza gönül, Hazreti Perverdigâr karşısında ancak serfiraz durabilmenin mevsuk bir namzedi olabilecektir. Buna binaen ancak mevcudat içerisinde tüm bu halâ ve melâ arasında kendine yer bulabilecek ve bulduğu yer ile gideceği mevzi üzerinden mükafata talip olacaktır. Fakat külfet bulmak insana yalnızca doğrunun, iyinin ve güzelin engin ufkunu göstermekle kalmamış ona yanlışın, kötünün ve çirkininde ızdırap verici yönlerine karşı da uyarmıştır. Tam bu esnada edindiği özgürlüğüyle beraber olarak da külfet bulduğunu fark eden insan, İslam, iman ve ihsanın nuru ile rüzgârın tatlı tatlı terennümlerini, bulutların güçlü naralarını, ummanların nağmelerini, hakeza cennetâsâ yağmur ve bülbüllerin sesini duyabilir, görebilir ve Faruk olarak kâinatın manevi ezkâr ve evradını işitebilir. İşte ancak bu vaziyetteki bir kul mabudunun önünde nasıl ellerini hürmetle bağlamış duruyorsa öyle de mahlukatının tesbihatını anlayabilir. Fakat tefessühe uğramış ve küfür ile sadrı dolmuş, fuad’ı artık onun için iç görüsünü ifa edemez olmuş ve erbab-ı lubb gibi ince fikirlerin deruni kıstaslarını fark edemeyecek duruma gelmişler için o pek leziz renk ve cümbüşler, ses ve görüntüler birer hüznün tınısını veren matem şarkısı olurlar. Bundan mütevellit olarak kulak hakikati duyan olmalı, göz bakmaktan fazlası ve dilde zikreden bir aza. Kudemanın dilinde “mâ hulike leh” olarak formalize edilen bu durum inanan için Ma'ruf ta'bir veçhiyle yaratılışın gayesine uygun olarak davranmaya karşılık gelir.

    Evet ancak böyle olmalı ki İbn Arabi’nin de bahsettiği gibi insanlar hakka kabristan olmasınlar. O birey eğer Allah’ın kendisine yegâne tecelli ettiği “Hakk” isminin ayırdına varmaz ve her bir azasını onun istediği kabiliyetlerde helal dairede kullanmazsa hakkı anlamamış ve hak namına kendini ancak bir kabristana çevirmiştir. Artık o birey kötürüm olmuştur. Binaenaleyh tüm bu mülahazalar şu ayet-i kerimelerde buyurulan eşhas için ibret vesikası olsa gerektir:

1.       Andolsun ki, cinlerden ve insanlardan birçoğunu cehennem için yarattık. Onların kalbleri vardır, fakat onunla gerçeği anlamazlar. Gözleri vardır, fakat onlarla görmezler. Kulakları vardır, fakat onlarla işitmezler. İşte bunlar hayvanlar gibidirler. Hatta daha da aşağıdırlar. Bunlar da gafillerin ta kendileridir. (7/A‘raf, 179)

2.       De ki: "Ben sizi ancak vahiyle korkutup uyarıyorum," uyarıldıkları zaman sağırlar çağrıyı duymazlar. (21/Enbiya, 45)

3.       Bil ki sen, ölülere işittiremezsin, arkasını dönüp kaçmakta olan sağırlara da daveti duyuramazsın. (27/Neml. 80)

4.       Çünkü sen ölülere işittiremezsin. O daveti, arkalarını dönmüş giderlerken sağırlara da duyuramazsın. (30/Rum, 52)

    Üstte verilen mezkûr ayet-i kerimelerden anlaşılacağı üzere insan, hakkı hak bilip gereği gibi ifa edebilirse ancak azaları onun için gerçeğin vasıtası olabileceklerdir. Bu durumda ayetler ışığında insan, ya melekten yukarı ya da hayvandan aşağıdır. İnsanın insanla hedeflenen anlam yolculuğunda kötürüm olmadan ilerlemenin ve istikameti kaybetmemenin anahtarını verilen ilk misakın daima hatırlanmasında gizlidir. Bundan mütevellit olarak İsmâil Hakkı Bursevî misak ayetini açıklarken Cüneyd-i Bağdadî’den “Nihayet nedir?” diye sorulduğunda: “Nihayet, bidayete dönmektir.” sözünü alıntılayarak cismaniyeti terk etmiş ruhaniyet ehlinin hakikat olarak sözleşmeyi hakiki manasıyla hatırlayabileceğini belirtmiş sözlerini insanların “hakîkate” ulaşıncaya kadar elest bezminde verdikleri söze riâyet etmeleri gerektiği nasihatini vererek sonlandırmıştır. Bizlerde cümlelerimizi Enderûni Vasıf’ın dizeleri ile bitirelim…

“Mihneti kendine zevk etmedir âlemde hüner
Gam ü şâdî-i felek böyle gelir böyle gider.”
 
“Gelir elbet zuhûra ne ise hükm-i kader
Hakk’a tefviz-i umûr et ne elem çek, ne keder.”

Yorumlar

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

"Bir Vicdan Muhasebesi"

Ve İnsan Yanıldı | İnsanlık Tümcesi

Bilenden Bilinene; İnsanın Hakikat Sorgusuna Giriş