Anmağa Değer Ne Varsa...
Kıymetli dostum Mesut Yalçın ve ailesine ithafen
Her yazımda hayat ile başlıyorum
cümlelerime. Yaşam esrarına ve onun keyfiyetine dair kendi zihin dünyamda
oluşan birtakım vesikaları önce kendim sonra da sizlerle paylaşmaya gayret
ediyorum bu sayfalarda. Ömür süresince asıl boyayı arayarak ilerlediğimiz ve bu
vesile ile tavırdan tavra, renkte renge geçtiğimiz akabinde o “sıbgatullah”
kıvamını tutturmak için çabaladığımız işbu yaşamda nice vakıalarla karşı
karşıya kalıyoruz. Lakin tüm bunlara rağmen hayat her neşvesi ile bizi sarıyor
ve ölüme adım adım yaklaşsak bile onu ancak son nefeste hatırlatıyor. Mebde ve
meadın arasında “yaşanılan an”a muttali olan insan, nefsin sultasından sıyrılıp
kendi dairesinden rabbine uruç edebilmenin tarifsiz mutluluğuyla hayatını “hayy”
sırrı ve “hu” nidaları aracılığıyla hayat kılıyor ve ancak tezyin edebiliyor.
İşte hayatın bir kez daha neşvü-nema bulduğu o anlarda ben de yazıyor ve bir
mucizeye tanıklık etmenin keyfini çatıyorum.
Tasavvuf kültürümüzde yer, gök ve
tüm bir alem O’nun (s) nurundan yaratılmıştır denilir. Nur-u Muhammedi’den. Bu
teoriyi delillendirmek içinde meşhur bir mevzu kutsi hadis zikredilir. “Levlake
levlak…(ilh.)” kelimeleri ile Arapçası halkımız arasında da bahis konu kılınmış
işbu hadis “Eğer sen olmasaydın felekleri yaratmazdım” bilmecesidir. Bilmece
ifadesini hususan seçerek söylüyorum çünkü gerçekten de hem havas hem avam
arasında çokça tartışma konusu kılınmış olsa da insanımız ne terk etmiş bu
hadisi ne de temelli kabul edebilmiştir. Lakin her iki durum bir kenara
bırakılırsa bizler için yazımın da medarı hasebiyle hadisi tartışmayacak
yalnızca O (s) Efendimizin nuruna özlem ile anne ve babasının da ismine “Nur”
koyarak telmih de bulunduğu ufaklığın verdiği neşeden bahsedeceğim.
En münbit toprakların üzerinde
yetişen gül fideleri gibi her doğan çocuk da etrafına öylesine güzel bir rayiha
katıyor ki mest olmamak neredeyse imkânsız. İşte böyle bir anda, neşvü-nema
bulmanın, hayatın tüm kargaşa ve iğfalleri arasında kalan insan için ukba
ıtriyatını duymanın ve ötelerin âvâze-i musikisini işitmenin zevk-ü terennümünü
tadıyorum. Hayy esrarının tahakkuk ettiği ve rabbimizin “Halik” İsm-i Celil’i
üzere yarattığı güzeller güzeli bir yeğenimiz dünyaya geldi. İsmini ömrünce
haram işitmemesini rabbimden niyaz ettiğim o minik kulaklarına okumanın şerefi de
bana nasip oldu.
Üstte zikrettiğim olaydan seneler
evvel Doğu Anadolu bölgemiz de bulunan bir köyü ziyaret etme fırsatım olmuştu.
Hoş beş selamlaşmadan sonra köy mezarlığında misafir olduğumuz evin büyüklerine
Yasin okumuştuk. Fakat kabristanda ilginç bir durum ile karşılaşmıştım. Mezar
taşları üzerinde isim, soy isim ve bir de sayı yazılıydı. Sıkıla-bunala
misafiri olduğumuz evin sahibine bu durumun sebebi hikmetini sormuştum. Onlarda
hayatım boyunca ilke edineceğim muazzam bir gelenekten söz etmişlerdi. Bu karye
halkına göre insanlar ancak yaşadıklarını hissettikleri günleri sayıyorlarmış.
Gerçekten yağmurun kokusunu aldıkları, topraklarına ektikleri buğdayın başaklarını
okşarken ellerindeki hissi, kimi askere uğurlanırken kimi de gelin giderken
arkasında ağlayanları gördükleri günü hissettikleri ölçüde saymışlar. Hayatı
tüm enstrümanları ile tadabildikleri günleri bellemişler. Ve bu günler kaç tane
ise mezar taşlarına adlarından sonra onu yazmışlar. Doğdukları gün ile
öldükleri gün onlar için sadece ömrü belirtmekteymiş. Oysa kaç gün yaşadın
soru, daha derin ve bilgece bir sual olarak hayatı konu almış köy halkının
hafızasında. Etkilenmiştim. O gece başımı yastığa koyduğumda tek düşündüğüm bu
idi. Benim kaç gün yaşadığım. Kaç günüm anmağa değer? Her gün ve tünü ele aldım
o gece. Düşündüm hatırlamaya çalıştım. Sonra hatırlamaya çalışmanın zaten
manasız olduğunu eğer hayat kılınsa idi o günün asla unutulmayacağını fark
ettim. Gece yalnızca gökte yıldızlar vardı fakat öyle aydınlıktı ki uyumak
düşünülemezdi bile. Kalktım ve köy mezarlığına gittim. Oturdum. İnceledim.
Gözler önünde seyran ettiğim bir ömrüm vardı. Ama kaç gününü yaşamıştım. Kaç
kez sadece yağmur yağışını hususi olarak izlemiştim. Kaç kez baharı hem ilkinde
hem güzün de tarifsiz letafeti ile seyretmiştim. Ya da tüm bu geçici şeylerin
arasında kaç kez namazını yalnız rabbim için kılmıştım. Sadece ona ibadet
ettiğimi ve gene sadece ondan yardım dilediğimi günde kırk defa taahhüt ettiğim
o ibadetim de kaç kez kendimde idim. Adet olsun diye ya da sırf yerine
getirilsin diye namaz kıldığımı görmek o gece baykuş ve beni mezarlıkta epey
etkilemişti. Günlerin, sadece yaşanılan günlerin yazılı olduğu o kabir taşlarına
baktığım gecede. Bu ufak tefekkür ve tahayyül aleminde sıyrılıp eve dönmem
yaklaşık iki-üç saatimi almıştı. Döndüğümde herkes uyanmak üzereydi. Ve ben tek
ayakta olan kişi olarak hala günlerimi sayıyordum.
Anmağa değer ne varsa…
Yorumlar
Yorum Gönder