Bilenden Bilinene; İnsanın Hakikat Sorgusuna Giriş
Sûrette
nazar eyler isen sen ile ben varAmmâ
ki hakîkatte ne sen var ne ben varZiya
Paşa
Yalnız İslam bilim tarihi
içerisinde olmayıp tüm insanlık serüveni dahilinde hem fenni ilimler hem de
sosyal ilimler aracılığıyla daima “hakikat” araya-gelinmiştir. Binaenaleyh kimi
zaman kişinin kendisi ile var-olan ontik/fıtri bağını ve/veya çevresi ile
oluşan toplumsal varoluşunu zehaba sürükleyecek raddelere getiren işbu
“sorgulama” ya da daha basit bir ameliye ile anılırsa “fikir teatisinde
bulunma” insan namına en mühim mülahazalardan birisini oluşturmaktadır.
Kendisini idrak eden “ben” olarak enaniyet/ego/müdrik, bu sorgulamanın en temel
mihenk taşlarından birisini oluşturmakta ve başta, öz olarak sözün taşıdığı
mananın değer ve anlamına binaen konuyu kendi nezdinde tebellür ettirmektedir.
Fakat sanıldığının aksine benlik (kendilik bilinci) tüm numen ve fenomenlere
rağmen istizah beklemektedir. Zira dermeyan edilen her ifade bile onun
ne-olduğuna ilişkin varlık ve anlam boyutları ile olan ilintisini iki boyutlu
düzlemden kurtarıp üç boyutlu uzaya taşıyamamaktadır. İnsanlık tarihini ve
hatta tüm geçmişi ile evrenin kurulduğu günden şu ana kadar geçen zamanını
mütecaviz bir süreyi kapsayan nere-den nere-ye kavsi bile söz konusu tarama,
eleştirme ve teyit etme için yeterli müddeti verememektedir. Ancak yine de
insan için doğum ile gelinen ve ölüm ile gidilen bir diyar olması kaydıyla
dünyada, teferrüce konu olan ve bu sürenin dahilinde beşerin kendisine
verilecek bir takım işaret ve adese ile gerekli teçhizatı edinip yolunu bulması
istenmektedir. Son (ilahi) din İslam’ın müddeayatına bakıldığında kendisini,
kendisinden öncekilerin bir devamı ve onların tamamlayıcısı olarak ittihaz
ettiği görülecektir. Bu ifade üstte mezkûr olarak verdiğim iki boyutlu düzlem
ile üç boyutlu uzay arasında sıkışıp kalan insanın bir nevi atlasını teşkil
etmektedir. Nitekim İslam dininin iddiaları arasında insanın hakikati/hikmeti
bulması ve vahiy aracılığıyla edindiği bu bilgiyi ukbası adına yol ittihaz
etmesi ilan ve inha edilmiştir. Evet, insan ancak tebliğ, tebyin ve temsil
ölçütleri ile kendisini idrak eden, dolayısıyla da rabbini bulan canlı olarak
birey/fert sınıfına atlayabilecektir. Bunun neticesinde kendi öz
hakikatini/gerçekliğini an(ı)layabilecek ve dünyasını mamur edebilecektir.
Belki bu cihetiyle de “hakkın-kendisi” olduğunu (ene’l-hakk) öne sürecek ve “ne
‘ben’ var ne ‘sen’ var” kuşağına erişebilecektir. Konuyu imtidada uğratma
endişesi taşıyarak girişini serdetmeye çalıştığımız sadet (asıl mevzu) üzerine
mûmâileyh verdiğimiz bilgiler ile yetinecek ve konumuzun detaylarına ineceğiz.
İki boyutlu dünyanın tahdit
ettiği sınırlar çeperinden insanı alıp afakın enginliklerine ulaştıracak
sorgulama -ki bu sorgulama ile derinlemesine olmak şartıyla bulma, belleme,
tarama, eleştirme ve sınıflandırma etkinliklerinden hepsini tadat ediyorum-
ancak kendisini bilen olması ile mukayyettir. Binaenaleyh beşer, Kur’an’ın
kendisine bildirdiği terimleri ile söylemek gerekirse hem şahit hem de
meşhuttur. Kendisini işaret eden olarak şahit ve her bilincine vardığı
var-olana da işaret edilen yani meşhut denmektedir. Nitekim kişioğlu bu
kovuşturma neticesinde kendisini bulabilecek, kendisine işaret eden ya da
tanıklık eden olacak ve kendisini bulduğu ölçüde de rabbisini bilecektir.
Kendisinin şuuruna varması adına yapacağı tefekkürler önce kendi oluşumu ve
akabinde kendine kadar vücuda gelmiş olanların var-oluşunu vaz edecektir. Bunun
devamında o, batı düşünce tarihinin “…öyleyse, varım” perspektifinden
kurtulacak “varım, öyleyse…” mihverine tagallüp edecektir. Nihayetinde anlam
bulması beklenen insan bulunduğu yer illiyeti ile konumunu dolayısıyla da
konusunu yani kendisini tanıyacaktır. Bu eksen üzerinde yapılacak okumalar
yoluyla insanın benliği ve toplum içerisinde yeri daha makul bir zemine
yerleşecektir. Çünkü insan kendisini hissettiği ölçüde bilecek ki bu durum onu
şuurlu bir birey durumuna terfi ettirecektir; akabinde kendisinden dolayımla
çizeceği çerçevenin çapı kıymetinde etrafını kurgulayabilecek ve o her
kurgusuna bir hikâye/kader yazabilecektir. Bu yazgısı onun var-olana/mevcudata
karşı betimlerini ihtiva etmesi sebebiyle kişiliğini ve kimliğini
oluşturmasında üst düzeyde bir değere sahip olacaktır. Bahusus bu betimleme
onu, yansıma ile gerçeğin o ince ve soluk zarına götürecektir. Buradan
hareketle özünü tartacak ve sözünü kuracaktır. İşte bu aşamada da insana
verilen sözcüklerin/isimlerin nedenli tanımlayıcı yani görüntü sağlayıcı olduğu
anlaşılacaktır. Tüm bu ibarelerin mütenevvi cüzlerine karşın mütemmim noktasını
“gerçek” adına dikkate şayan bir köken bilim çalışması üzerinden
serdedebiliriz. Öyle ki gerçek kelimesi, görünen görüntüye herkesin ortak
bilgisi ve erişiminin sonucunda oluşan inancın bir tezahürü gereği
gör-ü-çe-(l)k ifadesinin tevdi edildiği görüşü bildirilmiştir. Bu irdeleme
zaviyesinden benliğini yani kendisini işaret eden ve işaret edilen olarak
(b)ilgi düzeyine çıkarmış ve sonrasında “toplumsal sorumluluk şuurunu”
(bizliğini) yani çevresine karşı görgüsünü inşa etmiş ve işaret ettiği
ne-ise-ne (nesne/obje) hakikatine geçerek malumatını artık üç boyutlu uzaya
taşıyabilmiştir. İşbu ameliyesi onun gerçeği tanımasına yardımcı oluştur. Artık
beşer, gerçeği/hakikati kendi bünyesinde bulmuş (vicdan) ve etrafında da
(mevcut) keşfetmiştir.
Sonuç sadedinde, insanın
hakikat/gerçeklik soruşturmasını, kendisini ve kendisinden dolayımla çevresini
bilen olarak ele alışını hatırlattıktan sonra cümlelerimi hemşerim Sun’ullah
Gaybî’nin hakikat adına şu dizesi ile bitirmek istiyorum.
“Hakîkat cümle âlem bir nefestir”
Yorumlar
Yorum Gönder